top of page

Karanlık haller: Polanski Sineması


Polanski'yi kaleme almak güç. Bilhassa kendi adıma bunu rahatlıkla dile getirebilirim. İnsan ve düşünmek yan yana geldiğinde, ön yargılardan ve etiketlerden arınmak hayli zor; üstelik bir takım şeyler tüm berraklığı ile göz önündeyken... Kalemimle hasbıhal etmiş tüm sanatçıların, psikolojisini anlamaya çalışmak ve üzerinde naçizane analizler yapmak, benim için küçük bir çocuğun en sevdiği oyuncağı ile oynamasından farksız... Polanski, birbirinden tatsız skandallar ile hayatını süslemiş olsa da, "Sanatçı"'nın sadece "Sanat"'ı ile ilgilenmek, her zaman için bir kaçış yolu. Tabii sanatı ve yaratıcısını, kendi varoluşsal benliği ve zihninden ayrı tutabilirsek... Bunu siz değerli okuyucularıma bırakıyorum.


Avrupa sanat sinemasındaki zirve başarılarından toplama kamplarına; gişe rekorları kıran Hollywood gerilim filmlerinden edebi dönem eserlerine; tarihi prestij resimlerinden günümüzün sahne uyarlamalarına... Eklektik çalışmaları, çalkantılı kişisel hayatı, savaş zamanı gaddarlıkları, korkunç toplu katliamlar, bir mahkumiyet, küresel şöhret, büyük aşklar ve sürgün... Her şeye rağmen (kişisel ve profesyonel olan ne kadar örtüşebilir ve birbirini etkileyebilirse de) Polanski'nin sineması, tarz, temalar, anlatı tercihleri ​​ve çoğu zaman nihai sonuçlar açısından dikkate değer ölçüde tutarlı kalır.






Polanski'nin ailesi, 1933'teki doğumundan üç yıl sonra, geriye dönük olarak talihsiz bir karar vererek Polonya'ya taşınır. 1939'da Almanların işgalinde, ailesi Krakow gettosuna gitmeye zorlanır. Babası hayatta kaldığı Avusturya'daki Mauthausen-Gusen toplama kampına, annesi ise öldürüldüğü Auschwitz'e gönderilir. Dokuz yaşındaki Polanski, gettodan kaçar, Katolik kisvesi altında kırsal bölgeyi gezer ve Nazi fırtınasından korunmaya çalışır.


Savaş sonrası 14 yaşındaki Polanski, Polonya devlet radyosunun çocuklara yönelik programının, Genç Seyirciler Tiyatrosu'nda başrol alır. Küçüklüğünde, duvarlara yansıtılan Alman propaganda filmlerini izler ve daha sonra bu mecraya karşı bir sevgi geliştirir. Beyaz perdedeki ilk görünümü, Three Stories (1953) ile olur ve 1955'te çığır açan Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda'nın ilk filmi olan A Generation'da ( Bir Kuşak ) rol alır. Lodz'daki Ulusal Film Okulu'na kabul edilen Polanski, sanat tarihi ve fotoğrafçılık okur. Lenin'in "Bizim için sinema tüm sanat biçimlerinin en önemlisidir" sözünün ardından öğrenciler, halka açık olmayan filmlere ve uygulamalı deneyim kazanmak için değerli ekipmanlara erişirler.



Polanski'nin ilk kısa filmi olan Rower ( Bisiklet- 1955) şüpheli bir başlangıçtır. Negatif bir karışıklık ve tam bir kayıpla sonuçlanır. Tamamladığı ilk filmi Morderstwo, ( Cinayet - 1957 ) bir odanın dar sınırları içinde geçer ve Polanski'nin tekil ortamlara olan yakınlığının gelecek işlerine de sirayet edeceği hissedilir. İkinci kısa filmi Usmiech zebiczny, ( Ağız Dolusu Gülümseme - 1957 ) cinsel arzunun karmaşık doğasının ve merakının iki dakikalık bir yansımasıdır. Ardından, Rozbijemy zabawe ( Dansı Kes -1957 ) ile Polanski, hayatı olduğu gibi yakalayarak "Cinéma vérité"'de elini dener.




Polanski'nin 1958'deki kısa filmi, Dwaj ludzie z szafą, ( İki Adam ve Bir Dolap ) sakin bir halkı rahatsız eden bir güç içerir; iki adam büyük bir kabinin etrafında dolanıp etraflarındakileri rahatsız eder. Polanski'nin görsel kompozisyonları, özellikle ufuk çizgisinin üstünde ve altında odak dalgalanmasında, yanıltıcı bir görsel mizah yaratmak için gardırop aynasını kullanması, önceki kısa filmlere göre bu filmi çok daha özgün kılar.


Polanski'nin tez filmi, Gdy spadają anioły ( Meleker Düştüğünde - 1959 ) yalnız bir bireyin ilk portresini yaptığı en ayrıntılı ve samimi filmdir. Yaşlı bir tuvalet görevlisi, savaşla harap olmuş geçmişini hatırlar, pürüzlü çevresinin siyah beyaz çekimleri, parlak renkli anılarıyla yan yana getirilir. Eser, Polanski'nin diploma filmi olarak kabul edilir, ancak zorunlu yazılı ödevi yapmayı ihmal ettiği için mezuniyet belgesini asla alamaz.




Gdy spadają anioły ( Meleker Düştüğünde - 1959 )


İlk uzun metrajlı filmi Nóz w wodzie , ( Sudaki Bıçak - 1962 ) ön prodüksiyonu çoktan başlamış olsa da, senaryo gerekli sosyal taahhütten yoksun olduğu için hükümet onayını alamaz. Polanski, filmin senaryosunda birkaç revizyon yaparak, kültür bakanlığını zar zor yatıştırır.

Film kabaca 24 saatlik bir süre boyunca, tek bir genel konumdaki yalnızca üç ana oyuncuya odaklanır. Sınırlı tekne planları, gerilimi ( cinsel ve diğer ) vurgulayan üçgen kompozisyonlar, kişinin karşılaşabileceği kaprisli ahlaki seçimlere yol açar. Ara sıra uğrayan hafiflik, endişenin bir kısmını kırsa da, çoğu zaman karakterler kavga çıkarır ve çeşitli mazoşist saldırganlık biçimleri gösterirler. Ardından gelen zeka, provokasyon ve özdenetim savaşı, Polanski'nin kullanmaya devam edeceği yoğun geniş açılı yakın çekimlerde gösterilir.


Sudaki Bıçak'ın açık sonu ve minimal sosyal yorumu yaygın eleştirilere yol açar ve filmin prömiyeri reddedilir; sınırlı bir gösterimle kalır ve iki hafta içinde Polonya sinemalarından çıkar. Ancak film, uluslararası alanda bir fenomendir; Time dergisinin kapağına çıkar ve en iyi yabancı film dalında Oscar adaylığı alır.


Nóz w wodzie , ( Sudaki Bıçak - 1962 )



Rosemary's Baby - Rosemary'nin Bebeği


Polanski'nin Amerika'daki yerini sağlamlaştıracak fikir Kaliforniya'da yeşerir. Ira Levin'in Rosemary's Baby romanının henüz yayınlanmamış kopyalarını alan yönetmen isminden uzun süre söz ettirecek bir projeye başlar.


Film, günümüz cadıları ve iblislerini konu alan romandan uyarlanır. Fakat bu sadece bir gerilim hikayesinden çok daha fazlasıdır; filmin parlaklığı, orijinal hikayeden çok Polanski'nin yönetmenliğinden ve bir dizi ilham verici performanstan gelir.


Rosemary (Mia Farrow) girişken bir genç kadındır, hoştur. Ancak ne kadar harika görünse de, somut bir gerçekliğe dayanan huzursuzluğu gözlerden kaçmaz. Paranoyası sağlam temellere dayanır. Polanski, seyirciye hikayenin başlarında pek çok bilgi verir ve filmin yarısı bittiğinde yandaki dairede neler olup bittiğinden oldukça eminizdir. Final kapıyı tıkladığında, sürpriz olduğu için değil, korkunç derecede kaçınılmaz olduğu için işe yarar. Rosemary korkunç keşfini gerçekleştirir ve bizler üzülürüz. Zira ne olacağını biliriz ve ona yardım edemeyiz..


Filmde karakterler ve hikaye, olay örgüsünü aşar. Çoğu korku filminde ve Hitchcock geleneğinin gerilim filmlerinde, karakterler olay örgüsünün insafına kalmıştır. Bu filmde ise, aslında bu şeyleri yapan insanlar olarak ortaya çıkar. Seyirci, kötü bir şeyden şüphelenmeden çok önce, çevresinin tuhaflığı konusunda uyarılır.


Polanski'nin inanç mefhumu ile arasının pek iyi olmadığından olsa gerek, filmdeki "Şeytanın çocuğu" senaryosu hakkında, şüphe uyandırabilecek bir boşluk bırakır. Sonucu muğlak tutmaya kararlıdır; bir korku filmi olduğu kadar doğum öncesi sanrının psikolojik bir incelemesidir; Şeytani bir çocuk mu yoksa şeytani bir çocuk doğurduğunu sanan bir kadın mı?






Death And The Maiden - Ölüm ve Bakire

Ölüm ve Bakire, Ariel Dorfman'ın ünlü oyunundan uyarlanır. Polanski, filmde kasıtlı olarak teatral karakterini korumaktadır. Hikayenin büyük bir kısmı, geceleri bir evin tek ortamında gerçekleşir.


Paulina, ( Sigourney Weaver ) 70'lerde ülkesinin faşist hükümetinin ajanları tarafından korkunç bir şekilde işkence görmüştür ve işkenceye katılan bir doktordan intikam alma arzusuyla yaşar. Paulina'nın cılız kocası Gerardo (Stuart Wilson), bu tür siyasi suçlarla ilgili bir komisyon soruşturmasına başkanlık etmek üzereyken, bir gece eve Doktor Roberto (Ben Kingsley) adında bir adam getirir.


Paulina, Roberto'nun kendisine işkence eden kişi olduğuna hemen ikna olur. Onu yere serer, bağlar ve saçma sapan bir soruşturma başlatır. Polanski, bu üç karakter arasında gidip gelen güven, strateji ve tutkunun değişen ittifaklarının izini sürer. Alanı biraz bozan geniş açılı lensler kullanması; ekran dışı sesleri, orkestrasyonu ve evin elektrik ışıklarının açılıp kapanması; karakterleri ve psikolojik hareketlerini ön plan ve arka plan konumları açısından tanımlayan parlak üç plan... Tüm bunlar Polanski tarafından mükemmel bir şekilde ortaya konmuştur.







The Pianist -Piyanist

Polanski, Wladyslaw Szpilman'ın 1946'da "Death of a City" ( Şehrin Ölümü ) adıyla yayınlanan Varşova merkezli anılarını konu alan, tartışmasız en kişisel filmine başlar. Piyanist (2002), Polanski'nin özellikle kendi geçmişi ile ilgili devam eden tematik ilgilerine izin verir. Greenberg'in dediği gibi, "Varşova gettosunun sınırları içinde yaşamaktan ve dışarıdan kilitlenmiş küçük odalarda saklanmaktan fiziksel ve psikolojik olarak daha klostrofobik ne olabilir?


Pek çok Polanski kahramanı gibi, Szpilman (Adrien Brody) farkında olmadan kendini, kıyaslanamaz bir gerilim eşliğinde, son derece yıkıcı bir plan olan nihai komplonun içinde bulur. Gerçek bir paranoya ve terör ortamında, güvenli ve gözlerden uzak bir yer arayarak, mümkün olan her yerde saklanır. Polanski, savaş zamanının ürkütücü endişelerini makro ölçekte ele alır ve bunları, bir adamın hayatta kalmasının duygusal hikayesi ile yoğunlaştırır.





Kendi çalışmalarını analiz etmek konusunda isteksiz olan Polanski, filmleri ve onların otobiyografik önemi hakkında, dünyaya atfettiği perspektiften bakarak, kaçamaklı davranır. Öte yandan, genel olarak sanatını tartışmaktan da çekinmez: “Film yapımı, kafanızdaki fikirleri hayata çevirmekle ilgilidir. Bu bakımdan tek kişinin işi – tek kişilik bir sanat – çünkü kafamın içinde neler olup bittiğini bilen tek kişi benim.”, der.


Polanski bir muamma olmaya devam eder. Yönetmen, avangart olamayacak kadar ticari ve ticari olamayacak kadar avangarttır. Onun dünyasında, komedi bazen ızdırap vericiyken, melodram genellikle komiktir. Polanski, farklı zeminleri ele almasıyla ilgili gözlemlere yanıt olarak, filmi, tek bir şey yapmaktan mutlu olamayacak kadar çok sevdiğini öne sürer: “Tür, sinemanın ne olduğudur. hepsi bununla ilgili; eğer eklektiksem sinema sevgimdendir."


Polanski'nin filmleri hem biçimsel hem de tematik olarak özgün bir vizyon sergiler. İster karanlık, hastalıklı ve psikotik eğilimli olsunlar, ister sadece uçarı ve kullanılıp atılabilir olsunlar, açıkça benzersiz bir zekanın, kaotik bir psikolojinin ve ender bir estetiğin eseridirler.



En iyi filmler, yönetmenden başka kimsenin eseri değildir.

Roman Polanski

bottom of page