Sinema dünyası, kimi zaman sessiz sedasız gelen, kendi içsel yolculuğunu büyük bir tevazu ve derinlik ile sürdüren ustalar yetiştirir. İşte bu ustalardan biri de Çek yönetmen František Vláčil'dir. 1924'te dünyaya gelen ve 1999 yılında aramızdan ayrılan bu sıra dışı sanatçı, ardında uluslararası çapta takdir gören, fakat ne yazık ki pek tanınmayan bir filmografi bırakmıştır. Oysa Vláčil, Çek Yeni Dalgası'nın öncülerinden, yol göstericilerinden biri, hatta belki de en büyük yaratıcı güçlerinden biridir.
Vláčil’in sinema dünyasına girişini tarif etmek zordur. Onun yolu tesadüfler ve belirsizlikler dizgesinde, rastlantının eliyle çizilmiş gibidir. Kendisi de bu rastlantısallığı kabul eder; Bergamo Festivali kataloğunda, ona ve eserlerine adanan retrospektifte Vláčil, kendisini Çek sinemasının tek amatörü olarak tanımlar. Çocukluk ya da gençlik yıllarında, onun sinemaya adım atacağını gösteren hiçbir ipucu olmadığını söyler. Bu itiraf, Vláčil’in sanatı, hayatın en şaşırtıcı yerlerinde bulma yeteneğine dair ipuçları barındırır. Hiçbir zaman Film Akademisi'nde öğrenim görmez, başka yönetmenlerin yanında asistanlık yapmaz. Aslında, ilk gençlik yıllarında ressam olma hayaliyle yanıp tutuşur, fakat bu hayalden hızla vazgeçer; Picasso’nun ayak izlerini takip edemeyeceğini fark eder. Ancak bu, içindeki yaratıcı coşkuyu durdurmaz; aksine bir takıntı halinde çizimler yapmaya başlar.
Sanat tarihini ve görsel dünyayı keşfetmeye yönelik derin ilgisiyle, Brno’daki Masaryk Üniversitesi’nde sanat tarihi derslerine katılır. Ancak bu derslere katılışı, akademik bir kariyer yolundan çok, hayatın estetik anlamını, güzelliğini ve anlamını arama çabasıdır. Belki de bir gün Dekoratif Sanatlar Müzesi’nde arşivci olarak çalışabileceğini hayal ederken, bir yandan Brno'daki bir animasyon stüdyosunda sahne işçisi olarak çalışır ve burada çizim yeteneği fark edilir. Bir süre sonra, yeni projeler için siluetler yaratma, karakterler oluşturma ve storyboard hazırlama gibi daha karmaşık ve yaratıcı görevler almaya başlar. Bir anlamda Vláčil’in sinemaya adım atışı, görüntünün ve hareketin büyüsüne duyduğu derin bir hayranlığın izini sürmektir.
Vláčil’in hayatında Luis Buñuel gibi büyük bir sinema ustasıyla tanıştığına dair bir bilgi yoktur, ancak kendi ifadelerine bakarak, Buñuel’in hayatın kaderini belirleyen olaylar hakkındaki düşüncesine katıldığını söylemek mümkündür: “Tesadüf, her şeyin en büyük ustasıdır. Ondan sonra zorunluluk gelir.” Bu sözlerde bir yaşam felsefesi saklıdır; Vláčil’in de bu düşüncenin izinden gittiği görülür. Hayatın, sanatın ve sinemanın doğası da böyledir onun için; beklenmedik olanın içinde saklı olan derin anlamı yakalamak, kontrol edilemeyen olaylar karşısında bir güzellik ve estetik yaratmak...
Genç Vláčil’in kaderi, onu birçok sürpriz gelişmenin içine çeker. Bir gün kendisini kısa ve bilimsel filmler üreten Krátký Film adlı ulusal stüdyoda bulur. Burada, ileride edebiyat tarihçisi olacak olan Oleg Sus ile birlikte çalışır. Çektiği tanıtım filmleri, farmakolojik süreçlerden elektriğe kadar geniş bir yelpazede yer alır. Fakat bu filmlerde bile, sanatın biçim ve anlatım olanaklarını keşfetme arzusunu açıkça görmek mümkündür. İlk kısa filmi olan ve termodinamik üzerine çektiği çalışması, bir yandan Çek savaş öncesi avangardının dilini kullanmaya çalışırken, diğer yandan onun kendi özgün sinema dilinin, "şiirsel formalizmin" ilk işaretlerini verir.
1951’de orduya alınıp askeri film stüdyosuna gönderildiğinde, bu deneyim ona geleceğe dair büyük umutlar verir. Vláčil, 1958’e kadar burada 26 sipariş film çeker ve bu filmler, büyüleyici bir görsel estetiğe sahiptir. Bu filmlerde, askeri yapının kısıtlayıcı çerçevesi içinde bile anlatısal özgürlüğün sınırlarını zorlar; yönetmenlik hırsı ve cesaretiyle adeta oynar. İlk bağımsız filmini, Prag’daki Barrandov Stüdyoları’nda 17 dakikalık "Skleněná oblaka" (Cam Bulutlar) ile gerçekleştirir ve bu filmle askeri film yönetmenliği dönemini sona erdirir. Bu kısa film, 1958’de Venedik Film Festivali’nde Deneysel Filmler kategorisinde özel ödül kazanır ve bir yıl sonra da ilk uzun metraj filmi olan "Holubice"yi (Beyaz Güvercin) çeker. Vláčil’in, çektiği her karede özgün bir dil yaratma çabasının ve sinema sanatını bir şiir gibi işleme arzusunun izleri açıkça görülür.
Holubice (Beyaz Güvercin-1960)
Bir çocuğun büyüsü gibi
Beyaz Güvercin ve önceki kısa filmi, aslında aynı duyarlılığı paylaşır: Büyülü çocuk motifinin yanı sıra, ekstatik bir görsel güç ve büyük bir ustalıkla inşa edilen bir ses kurgusu... Vláčil’in erken dönem filmlerinin görüntü yönetmeni Jan Čuřík, Vláčil’in neredeyse takıntılı bir şekilde hikâye tahtaları çizdiğini ve her seferinde bir resim içinde başka bir resmi kompoze ettiğini anlatır. Beyaz Güvercin’de, modern bir gökdelende tekerlekli sandalyeye mahkûm bir çocuk, kaybolmuş bir posta güvercinini yakalar ve bu güvercini, aynı binada atölyesi bulunan bir sanatçı ile birlikte, açgözlü bir kara kedinin saldırılarından korumaya çalışır. Bu filmde diyaloglar neredeyse yok gibidir; Vláčil, o dönemde on yaşında olan başrol oyuncusuna fazla metin yüklemek istemez. Bu sessizliğin içinde, görsel anlatımın şiirselliği yükselir; her sahne bir tablonun dinginliği, bir müziğin derinliği ile izleyiciyi içine çeker.
Vláčil’in bu filmiyle, yeni gelişmekte olan Çek Yeni Dalgası’nın bir lideri olma şansı doğmuş olsa da, bu hareketin bir parçası olma fikri onu hiç ilgilendirmez. Onun derdi, sinemanın modernliğiyle değil, insanın içsel dünyasının derinliğiyle, tarihin büyüsüyle ve görsel sanatların zamansız gücüyle ilgilidir. Bu nedenle, bir sonraki filmi olan “Ďáblova Past” (Şeytanın Tuzağı, 1961) ile çağdaşlarının ve yaşıtlarının modern sinema anlayışından tamamen farklı bir yol çizer. Bu filmle, Vláčil kendisini Akira Kurosawa, Andrey Tarkovski ve Sergei Paradjanov gibi yönetmenlerin sanatsal komşuluğunda bulur; filmlerinde tarihin ve insan ruhunun derinliğine dalar, varoluşun en temel sorularını sorar.
Şeytanın Tuzağı, Engizisyon’un korkunç terörünü, insanların, hayvanların, doğanın ve zamanın acımasızca işgal edilişini, basit bir değirmencinin doğaüstü bilgisiyle suçlandığı bir dünyayı betimler. Film, neredeyse ilkel bir magmadan çıkmış gibidir; vahşi bir doğa gücüyle, düşüncenin ve inancın, kutsal olanla dünyevi olanın, birey ve toplumun çatışmasını bir arada sunar. Bu filmde, insanoğlunun acımasız tarihiyle, insanın içsel dünyasındaki kaos ve huzursuzluk, aynı pencereden seyirciye sunulur. Vláčil izleyiciyi filtresiz, çıplak bir şekilde tarihin başka bir dönemine, başka bir gerçekliğe taşır. Her şey doğal bir akış ve vahşi bir güzellikle gerçekleşir; izleyici tarihin ortasında savrulurken, aynı zamanda zamanın dışına çıkıp insan olmanın özüyle yüzleşir.
Ďáblova Past(Şeytanın Tuzağı, 1961)
Sinemada ateşin ve tükenmişliğin dansı
Vláčil’in tarihsel üçlemesi, "Şeytanın Tuzağı", "Marketa Lazarova" (1965) ve "Údolí včel" (Arıların Vadisi, 1967) filmleri, izleyiciyi bir dizi yoğun ve sarsıcı vizyonla karşı karşıya bırakır. Bu filmlerde, geleneksel anlatı yapıları kırılır; hikâye blokları gevşek bir ardışıklıkla birbirine bağlanır. İzleyici, adeta Hieronymus Bosch’un bir tablosunda gezinir; bir anın içine yoğunlaşır, sonra o an dağılır, zamanın ve mekânın ortasında süzülür. "Marketa Lazarova" filminin yapım süreci, sinema tarihinin en zorlu ve en tutkulu yaratıcı süreçlerinden biri olarak anılır. Yıllar süren hazırlıklar, zorlu çekimler, doğanın acımasız şartlarına karşı verilen mücadele... Bu film, sinema sanatının sınırlarını zorlayan, tarihin ve insan ruhunun derinliklerine dalan bir başyapıttır. Yönetmen, her sahnede, her karede bir savaş vermiş, adeta kendi ruhuyla ve bedeninin sınırlarıyla yüzleşmiştir.
Marketa Lazarova (1965)
František Vláčil’in yaratıcı süreci, bir sanatçının içsel yolculuğunu, kendi içinde yaşadığı çatışmaları ve sınırları keşfetme arayışını yansıtır. Her filmi bir meydan okumadır; sadece sinemaya değil, hayata, tarihe, insana ve onun varoluşuna bir bakıştır. Sanatçı, her karede bir soruya, bir felsefi düşünceye, bir varoluşsal sancıya dokunur. Bu sancı, sinemanın sadece bir eğlence ya da kaçış değil, insan ruhunun en derin sorularını soran bir ifade biçimi olabileceğini gösterir. Bu anlamda Vláčil, bir yönetmenden ziyade bir filozof, bir şair, bir düşünür olarak sinema tarihindeki yerini alır. Onun sineması, yaşamın karmaşıklığını, güzelliğini, dehşetini ve gizemini yakalayan, insan ruhunu derinlemesine anlamaya çalışan bir aynadır. Bu aynaya baktıkça, sadece filmlerin değil, insanın kendisinin de zamanın ötesine uzanan bir hikâyesi olduğunu anlarız.
Comments