Hayat, yalnızca gözlerinin içinde hayat bulur.
F. Scott Fitzgerald
Horus'un Gözü'nden, Tanrı'nın Gözü'ne gözler, Batı kültürünün güçlü ve çok boyutlu sembollerinden biridir. Mitler, efsaneler ve inançlarla bağlantılıdır ve insan yaşamında bazen olumlu, bazen olumsuz, ama her zaman önemli bir rol oynar. Gözler, yüz yüze konuşmalarda konuşma kadar önemli bir iletişim organıdır; birçok dilde “görmek” anlamak anlamına gelir. Gözler, ruhun aynası ve sanatçının en değerli araçlarından biridir.
Mısır mitolojisinde göz, görmenin pasif organı değil, daha çok bir eylem, koruma ya da gazap aracıdır. Horus, şahin biçiminde bir tanrıdır (eski bir Mısır tanrısı için alışılmadık bir durum değil) Sağ gözü gücün ve özün simgesi olan güneş, sol gözü ise şifayı temsil eden aydır. Bir efsanede, çöl tanrısı olan kardeşi Set, Horus'un sol gözünü oymuştur. Göz daha sonra büyüyle yeniden iyileşir ve Horus onu babası Osiris'e sunarak gözü bir fedakarlık ve şifa sembolü olarak gösterir.
Ortaçağ ve Rönesans düşüncesinin (ve ötesinin) Platoncu ve Aristotelesçi kaynakları, görmeyi ayrıcalıklı kılar ve dokunuşu değersizleştirir. Platon “Ruhun Gözü”nden söz etmiş, gözü güneşle bir tutmuş ve bu organa en yüksek etik kapasiteyi tahsis etmiştir. Aristoteles, görme, tefekkür ve felsefenin kendisini Metafizik'in başlangıcında ünlü bir şekilde iç içe geçirmiştir
Tüm duyular arasında görme, şeyleri bilmemize yardımcı olur ve birçok ayrımı ortaya çıkarır. Çoğu filozof görmenin 'eidetik' olduğu için ayrıcalıklı olduğunu vurgular; bu özlerin kavranmasıdır. Değişen ve değişmeyen arasındaki ayrımı görme sağlar, oysa diğer tüm duyular değişimi kaydederek işlerler ve bu ayrımı yapamazlar. Bu nedenle görme, zihnin üzerinde hiçbir zaman değişmeyen ve her zaman mevcut olan ebedi fikrini kavrayabileceği duyusal temeli sağlar.
Tüm duyular arasında görme, şeyleri bilmemize yardımcı olur ve birçok ayrımı ortaya çıkarır. Çoğu filozof görmenin 'eidetik' olduğu için ayrıcalıklı olduğunu vurgular; bu özlerin kavranmasıdır. Değişen ve değişmeyen arasındaki ayrımı yalnızca görme sağlar, oysa “diğer tüm duyular değişimi kaydederek işlerler ve bu ayrımı yapamazlar. Bu nedenle yalnızca görme, zihnin üzerinde hiçbir zaman değişmeyen ve her zaman mevcut olan ebedi fikrini kavrayabileceği duyusal temeli sağlar.
Benzer bir coşku, bilimin önde gelen figürlerinde yankılanır: Kepler, Galileo'ya 1610'da görmenin “tanrısal” olduğunu yazar. Plotinus'tan Rönesans Neoplatonizmine kadar, zihnin gözüne bu tür çağrılar, ışığın metafiziği ile rezonansa girer. Kral IV. Henri'nin doktoru André Du Laurens, görmeyi en asil nesne, "göklerden doğmuş", "Tanrı'nın en büyük kızı" olarak tanımlar. Bunu yüzyıllar sonra Goethe'de hala duyabiliriz: “Göz güneş olmasaydı, Işığı nasıl algılardık?”
"Kem Göz'e " tarihsel kısa bir bakış
Kötü niyetli bir bakışın, talihsizlik getirme gücüne olan inanç antik çağdan, özellikle Akdeniz bölgesi ve Balkanlar, Batı Asya ve Latin Amerika'da batıl bir inanç olarak günümüze kadar gelir. İnsanlar, kendilerini bu olumsuz güçten korumak için, tılsım veya mücevher olarak taşınacak bir dizi nesne tasarlar. Bu tür apotropaik nesnelerin en eski örneklerinden biri, genellikle kanatlı kolye olarak takılan bir tılsım olan "Fascinum"'dur.
Nazardan korunmanın bir başka etkili yolu da, Yahudilikte "Miriam'ın Eli" veya İslamda "Fatima'nın Eli" olarak adlandırılan yeşil veya mavi bir göze sahip, avuç içi şeklinde bir tılsım olan bir “Hamsa” giymektir. Herhangi bir moda aksesuarı gibi, kötü güçleri kovmanın yanı sıra, zanaatkarlara güzel süslü muskalar ve duvar askıları yaratma fırsatı verir.
Sanat ve Göz
Portre ressamları, ışık, gölge ve perspektif gibi sihirli araçları kullanarak, izleyicileri izleyen ve onları odanın içinde takip eden gözleri olan karakterler yaratır. Dürer'in yoğun bakışları, ünlü otoportrelerini çizerken kendi yüzünü inceler; gözler doğrudan izleyiciye bakar. Ressamlar portrenin bize nasıl bakacağını keşfeder ve ressam ve izleyici arasında daha yakın bir ilişki kurulmasını sağlar.
Otoportre- Albrecht Dürer (1500)
Özgürlüğün Gözleri
Ancak portreden bağımsız bir özne olarak öne çıkan gözlerin de kendine ait bir hayatı vardır. Gözü genellikle sanatçının kendisi için bir "synecdoche" olarak tanırız.
1945 yılında, Alfred Hitchcock filmi “Spellbound” (Öldüren Hatıralar) için yaratılan “Salvador Dali'nin Gözü" , mutsuz bir gökyüzünde havada süzülür. Bu rüyadan fırlamış bir görüntüdür. Sürrealistlerin, rüyaları dışavurumda usta olduklarını düşünürsek bu şaşırtıcı değildir.
Buñuel ve Dali'nin “Le chien andalou “ (Endülüs Köpeği) filminde, usturasını bileyen ve başparmağıyla test eden bir adam görürüz; Dudaklarından bir sigara sarkar, neşeli bir tango çalar. Ve sonra bir gözün kesildiğini görürüz. “Gerçek dünya” ile bizleri bağlayan köprünün en önemli taşlarından biri olan Göz’ün ölümü bizi düşünmeye teşvik eder. Gördüklerimiz, göremediklerimiz veya göremeyeceklerimiz… Peki her şey “görebildiklerimizden” mi ibarettir? Sürrealistlerin eserlerinde gözler kapalıdır. karakterler uyur; bu bir rüyadır.
Le chien andalou - Luis Buñuel, Salvador Dalí, 1929
Magritte'in gözü, bir uçak penceresinden görünürmüş gibi, beyaz tüylü bulutlarla rüya gibi mavi bir gökyüzünü çerçeveleyen Sahte bir Ayna'dır. Merkezdeki gözbebeği siyah bir dairedir ve göremez. Sanatçı bizi yeniden üzerinde düşünmenin derin ve bir o kadar keyifli olduğu diyarlara sürükler. Gözler gerçekliğe açılan kapılar mıdır ? "Göz" dilin ve kelimenin ötesine geçer mi ? Geçtiği vakit bizi orada neler bekler ? Gördüklerimizi anlamlandırma telaşı içerisindeyken, göremediklerimizin anahtarı yine gözlerimizde mi saklıdır?
Le faux miroir- René Magritte , 1928
Comments